Giriş
Günümüzde BM’ye üye olan 193 ve sayıları her geçen gün artan ülkeler, ekonomik tercihlerinde hizmet sektörünün büyümesini desteklemektedir. Ancak, bu tercihin ne kadar doğru olduğu tartışmaya açıktır. Bu yazımızda, sanayi ve hizmet sektörü arasındaki ikilemi çeşitli ülke örnekleriyle ele aldık.
Öncelikle, Avrupa ve ABD gibi bir zamanlar asli ve tek sanayi devi olan ülkeler (halen ekonomideki görece payları azalmış olsa da önemli bir ağırlıkları devam etmektedir), tarihsel süreçte önce tarım gibi o dönemin basit sektörlerinden sanayi sektörüne geçiş yapmış ve nihayetinde sanayi devri bu durumu göz ardı edilemez bir gerçeğe dönüşmüştür: büyük olabilmek için daha fazla sanayi, bunun için de hammadde ve dolayısıyla sömürgecilik. 19. yüzyıl Kara Avrupası, günümüz zenginliklerinin temelini atan bir çağ olmuştur. Bu yüzyılın karakteristik özelliği, kıta Avrupası dışında, başladıkları sanayi atılımını yeni hammadde ve pazarlarda pekiştirmek için yeni eğilimler arayışıydı. Bu ise Afrika, Asya, Amerika olarak yeni kıtalara yönelip, buranın zenginliklerini kendilerine aktarmalarıyla mümkün kılındı. Hatta incelendiği zaman, 1870’lere gelindiğinde Afrika da sömürülmeyen alanın oranı tüm kıtanın %10’undan azdır. İşte böylece hammadde konusu tamamlanınca sanayi çarkları tüm Avrupa’da daha hızlı ilerlemeye dönmeye başladı. Kıta dışında, Japonya buna İmparator Meiji restorasyonuyla, Amerika ise Monroe doktrini ve ekonomik iç gelişimle karşılık verdi. Sömürge veya 2 savaş arası dönemdeki adıyla manda ve himaye; kıta Avrupası, Japonya’nın Çin ve birtakım kuzey adalarını alması, Amerika’nın ise hem Monroe doktriniyle ekonomik açıdan yönetimini ele aldığı Latin Amerika ülkelerinde hem de Monroe doktrininden saparak pasifik okyanusunda Hawaii vb. ele geçirdiği adalar ile kendi uluslarını geliştirdiler. İşte bu durum, 2.dünya savaşı sonrası sanayi ibresini önce SSCB-ABD’ye ve bugünse Asya’ya taşımıştır.
İkinci olarak, sanayi devrimiyle birlikte sanayinin bu yükselişi, 20.yy’da dünya uluslarının kaderini belirlemeye başladı. Dünya siyasetinde söz sahibi olmak isteyen tüm ulusların ilk durağı olan yerli sanayi atılımı, milli devletlerin bugünkü refahının bir çarpanı oldu. Tüm G-8 ve kısmen G-20 ülkeleri bugün ‘de sektörde büyük ağırlığa sahip. Ancak hızla ilerleyen sanayileşme pek çok insan hakkının ihlaline yol açınca ilerleyen süreçte buna karşı bir ses yükseldi: işçi ve hakları. İşçiler ağır şartlar nedeniyle Avrupa kıtasının çeşitli ülkelerindeyse ayaklanıp bazı haklara kavuştular. Hatta Rusya’da bile Avrupa’daki işçi eylemlerine paralel olarak görülmeye başlandı. 1861’de çiftçilerin perişan durumu nedeniyle yapılan eylemler dolayısıyla’ ‘Kurtuluş Kanunu” getirildi ve buna ilaveten ”Barşçina ve Obrak” ödeme sistemleri getirildi. Ancak bu sistemler aksine daha yoksul bir çiftçi yapısına yol açtı. Ardından kentlere yoğun bir göç ve sanayileşme dolayısıyla işçi sınıfı ortaya çıktı. Rus-Japon savaşı sonrası işçiler ayaklandı. Çar 2.Nikola ise birtakım iyileştirmeler ve meclisin tekrar açılması gibi kazanımları verdi.
Üçüncü olarak, işçi hakları ve insan hakları ihlallerinin iyileştirilmesiyle birlikte dünyada oluşan ekonomik rahatlama yeni sektörlere yol açmış. Özelikle 2.dünya savaşı sonrasında hizmet sektörü hayatımıza girmeye başlamıştır. Sanayi sektörünün tarımın yerini aldığı gibi hizmet sektörü de sanayinin yerini almayı başardı. Bugün gelişmiş ülkelerde artık sanayi üzerine inşa edilmiş bir hizmet sektörü kuruldu. Avrupa Birliğinin kuruluşuyla da birlik çatısı altında çeşitli standart belirlenmeye başladı.
Ayrıca, Türkiye’de durum diğer gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerden farklıdır. Osmanlı Devletinin ardılı olan ülkemiz, sanayi devrimi trenini kaçırmış ve bu durum askeri başarısızlıkların ardı ardına gelmesine kadar çok fazla dikkat çekmemiştir. Yani imparatorluğun yıkıldığı 1922’ye kadar bu coğrafyada giderek artan en küçük dış sanayi ürünlerine bile bağımlılığına yol açan bir çarpan haline geldi. Osmanlı devletinde, askeri başarısızlıkları gören bazı padişahlar ve devlet adamları çeşitli çözüm önerileri geliştirse dahi bunlar ya kısa süreli ve yüzeysel ya da yoğun karşı tepkiye maruz kalmıştır. İmparatorluğun yıkılışına kadar 3.Ahmed, 3.Selim, 2.Mahmud, 2.Abdülhamid gibi dönemler göze çarpar. 2.Meşruiyet sonrası etkisini arttıran ve hükümetler kuran İttihat ve Terakki partisi ise ülkeyi milli bir çizgiye sokup çeşitli düzenlemeler yapmıştır. Bu süreçte yıllar yılı içinde Karlofça Anlaşması ile başlayan Duraklama dönemi sonrasındaki Gerileme ve Çöküş yıllarında denge politikası gereği devlet varlığını devletler arası görüş farklılıklardan dayandırdı. Ancak bu durum özellikle devlet maliyesini dışa teslimi ve neredeyse her alanda geniş ticari ayrıcalıklara (=kapitülasyon olarak adlandırılır) neden oldu. Esas dönüşüm, ülkemizin 1.Dünya Savaşı’nda kaybeden tarafta olması ve sonrası çok ciddi bir işgale uğraması ile başladı. Çünkü buna karşılık yıllarca ihmal edilen Türk halkı tekrar birleşmeye başlamış ve Atatürk liderliğinde Kurtuluş Savaşıyla 3 taraftan ve cepheden düşmanı ülkemizden men etmiştir. Ancak bundan sonraki süreç genç devlet için hiç kolay olmamıştır çünkü hem Osmanlı devletinin yıllardır ihmal etmesi hem de 1.Dünya savaşında işgalci itilaf kuvvetlerinin Anadolu’daki zorbalıkla geçen yıllarında bu topraklar çok ciddi tahrib olmuştur. (Hatta denilebilir ki, Osmanlı egemenliğinde huzurla yaşayan azınlıklar Fransız ihtilali sonrasında bu gerçeği bir kenara koyarak devlete bağımsızlıkları için akla hayale sığmayan eylemlerde bulunup, pek çok Türk’ü katletmişlerdir. Buna en somut örnek, doğu cephesinde Ruslarla işbirliği yaparak devlet bilgilerini veren ve yine Türkleri fırınlarda (=Mezalim Fırını) yakacak ve daha nicelerini yapacak kadar gözü dönen ve Türk nüfusunu bölgede azaltan Ermeniler ; İzmir’den çekilirken tüm bölgeyi ateşe veren veya Kıbrıs’ta Türklere yine akla sığmayacak şeyler yapılan Yunanlılar ve diğer milletlerin yaptıkları buna örnektir.) İşte bu şartlar altında bir hiçlikte yaşayan bu coğrafyayı, Atatürk ve kurucu kadro cennet haline çevirmek için önce sanayi ve kültür atılımına geçti. Bu çerçevede tüm ülkede fabrikalar, bankalar, okullar, hastaneler vb. açıldı. Bugünkü varlığımızın temeli işte böyle bir dönemde atıldı. Bu süreçte sanayileşme giderek sürdü ancak günümüzde iş farklı görünüyor. Bugün günümüzde sanayinin ve tarımın payı hizmet sektörüne göre azdır. Hizmet sektörü ne yazık ki ülkemizde, diğer ülkeler gibi sanayi devi olunmadan veya sanayide belirli bir ivme kazanmadan başladığı için 1980’den sonra plansız olarak yayılmaya başladı. Son yıllardaki sanayi devlerinin yatırımları ve savunma sektöründeki ilerleme bir nebze bu durumu değiştirdi. Ancak ara zamandan bağımsız olarak bugün hizmet sektörü çok ciddi bir şekle bürünmüş öyle ki sanayide çalışacak elemandan ziyade lisans mezunu olan ve çalışmayan bir genç kitle mevcudiyetine yol açmıştır. Sadece bir örnek bu durumu ifade edebilir; ülkemizde bugün 265 zincir market ve 55 bin 737 ve onlarca AVM gibi neredeyse devasa bir tüketim merkezi haline getirilmiştir.
Son olarak, 21.yy’da Avrupa devletleri ve Amerika’da hizmet sektörü bu kadar gelişmesine rağmen sanayi payı giderek azalmaktadır. Buna karşın Asya ülkelerinin ise buna karşılık sanayi merkezli büyümeyi tercih etmesi ve kıta sanayi devi Çin’in GSYH’sinin neredeyse %39’unu oluşturmaktadır. Ki bu yüksek üretim kapasitesi özellikle kıtasal rakibi ABD’yi ürkütmüştür.
Sonuç olarak, 2.Dünya savaşı sonrası dünyada hizmet üretiminin bugüne kadar giderek artması özellikle diğer sektörleri geriletmiştir. Ancak bunun ABD gibi küresel aktörlerin yükselen borç stoğu karşında Çin’in tek dünya pazarında giderek artan ciddi payı, bazı devletleri tekrar liderlik için önce sanayi atılımı politikasına yöneltmeye başlamıştır. Özellikle, savunma yatırımlarını belirli düzeyde tutup ilerleyebilen Almanya veya Japonya gibi bazı devletlerdeyse(kendi yarattıkları soyut güvenlik kaygıları) savunma sektörüne yatırım yapılması ve ayrıca enerji gibi sorunlar nedeniyle bu ters bir etkiyle gerilemeye başladı. Sanayi ve hizmet sektörü arasındaki öncelik problemi bugün halen güncel bir konu olarak karşımızda olsa da kıtasal veya bölgesel ülkeler bakımından bu etki onların geleceklerini belirleyecek ölçüde farklı olacak.
”Bu coğrafyada tarih bilincinin düşüklüğü nedeniyle herkes herkesle beraber olabilir ancak dış politika da olması gereken bugünü daha iyi anlayabilmek için önce dünü sonra yarını okumamızdır.”





Düşünmek özgürleştirir ise o zaman sende fikrini belirt.